top of page

KÖRLÜK


Mevsimlerin en güzeli sonbaharın eylül akşamından herkese merhaba arkadaşlar. Günümüzde yaşanan salgın döneminden esinlenerek, Jose Saramago tarafından kaleme alınan 1998 Nobel ödüllü ''Körlük'' eseriyle ilgili düşüncelerimi paylaşacağım bugün sizlerle. Dilerseniz Portekizli yazar hakkında bilgilendirme ile başlayalım. Yapıtları 25 dile çevrilen Jose Saramago, din konusundaki görüşleri nedeniyle Portekiz hükümeti tarafından aforoz edilmiştir. Kanarya Adaları'na yerleştikten sonra Portekiz Komünist Partisi'nin bir üyesi olmuştur. Eserlerinde ülke tarihini, mitleri ele alan yazar, pek çok ödül almıştır. 1998 yılında da ''Körlük'' eseriyle Nobel Edebiyat Ödülü kazanmıştır.

''Bilinmeyen Adanın Öyküsü'' eserinden sonra okuduğum ikinci eseri olan ''Körlük'' ile yazarın anlatım tarzını benimsediğimi söylemeliyim. Kitapta yer alan diyalogların paragraflar içinde ardı ardına yazılmış olması, konuşmaların kime ait olduklarının açık bir şekilde belirtilmemesi okuyucu açısından ilk etapta anlam karmaşası gibi görünse de sayfalar ilerledikçe anlatımın akıcılığı sayesinde tatlı bir görünüm kazanıyor. Eserlerinde yalnızca nokta ve virgül kullanmasıyla özgün bir tarz oluşturuyor yazar. Karakterler üzerinden kendi fikirlerini de aralara serpiştirerek duygu yoğunluğunu etkileyici biçimde yaşatıyor.

''Bakabiliyorsan, gör. Görebiliyorsan, fark et.'' İşte kitap bu alıntıyla bilinmeyen bir ülkede ve bilinmeyen bir zamanda başlıyor. Herhangi bir coğrafyadan bağımsız şekilde özel isimler kullanmaksızın sıfatlarla karakterleri oluşturuyor. Ülkeler, isimler değil ki anlatmak istedikleri. Şu şehir, bu kişi ne önemi var yahu göremedikten sonra! Önemli olan toplumların olaylara karşı nasıl da duyarsızlaştığını göstermek aslında. ''Görmek'' ile ''bakmak'' arasındaki farkı vurgulamak bir diğer deyişle.

Arabası ile evine doğru giderken trafik ışıklarına geldiğinde yolda aniden kör olan karakter ile başlar hikaye. Yoğun bir sis içinde gibidir, bir süt denizine düşmüş gibi adeta. Bilinen körlüğün aksine, her şeyi kapkara değil de bembeyaz görür. Hükümet tarafından ''Beyaz Felaket'' olarak nitelendirilen bu salgın kısa sürede toplumun her yerine yayılır. Kör olanlar ve hastalığın bulaşmış olduğu kişiler eski bir akıl hastanesi binasında ayrı bölümlerde karantinaya alınırlar. Her geçen gün vaka sayısı artmakta ve karantina bölgesi kalabalıklaşmaktadır. Gözleri görmeyen bu insanların hükümet tarafından konulmuş kurallara karşı gelmeleri yasaktır. İlkel yaşam koşulları ile bulundukları bölgede toplum olabilmek adına uğraşlar verirler. İnsanın açgözlülük, hırsızlık, bencillik, ahlaksızlık ve aklınıza gelebilecek tüm vahşi içgüdülerine şahit olduğumuz bu kaos ortamında etkilendiğim satırları alıntılamak isterim: ''Bir sürü aptalın saldırısına uğrayan, daha fazlasının da yok sayıldığı ahlaki vicdan, var olan ve daima var olmuş bir şeydir. Yoksa ruh denen şeyin bulanık bir fikirden öte olmadığı Dördüncü Zaman filozoflarının icadı değildir. Zaman geçtikçe, birlikte yaşarken ve genetik değişimler olurken, vicdanımızı giderek damarlarımızda dolaşan kanın rengine ve gözyaşlarımızın tuzuna buladık. Bu da yetmiyormuş gibi, gözlerimizi içimizi gören birer aynaya dönüştürdük. Sonuçta gözlerimiz, ağzımızla inkar etmeye çalıştığımız şeyleri çoğu zaman hiç çekincesiz gözler önüne serer hale geldi.''

Salgın olayı başladığında kör olan doktorun eşi, onunla birlikte aynı karantina bölgesine gidebilmek adına gözlerinin görmediğini söyler ve iki yüzü aşkın körler topluluğu arasında korkunç olaylara şahit olur. İçlerinde gözleri gören tek kişi doktorun eşidir. Bunu ilk zamanlar yalnızca eşi biliyordur. İşte diğer körlerin bundan bihaber şekilde kimsenin kendilerini görmediklerini düşünerek utanma duygusundan yoksun oldukları dehşet veren davranışlarına ve olaylara şahit olur. Güçlü körlerin güçsüz körleri baskılamak için kurduğu örgütler, maddi - manevi sömürü, yemek verme karşılığında kadınlara uygulanan cinsel istismar gibi pek çok vicdan yoksunu olaylar silsilesinde geçen bu karantinadan bir yangın sonucu kurtulan insanlar sokaklara akın eder. Dışarıda durum daha da vahimdir.

2008 yılında yönetmen Fernando Meirelles tarafından sinemaya da uyarlanmış bu eser, Jose Saramago'nun belki de en etkileyici yapıtıdır. ''Toplumsal yaşamın nasıl bir vahşete dönüşebileceğini müthiş bir incelikle gözler önüne sererken, insana dair son umut kırıntısını da bir kadının tek başına örgütlediği dayanışma ve direniş örneğiyle sergileyen unutulmaz eserler arasında yerini almıştır.''

Birçok arkadaşımın tavsiyesi üzerine alıp okuduğum bu muazzam eserden fazlaca etkilendiğimi belirtmeliyim. Zihinsel engellerin kaldırılarak, görmeden umutla nasıl da birlik olunacağını her satırda hissettim. Bize sıradan bir eylem gibi gelen ''görmek''i temel alan ve bu eylemi yitirdiğimizde başımıza gelecekleri en ince ayrıntısıyla gözler önüne seren ve gözleri gören bir toplumun aslında gerçekte nasıl da ''kör'' olduğuna atıfta bulunan ve ''farkındalık'' kavramını özümseyip harekete geçmesi konusunda bir uyarı niteliğinde olan yazara ait farklı bir tarzda ele alınmış enfes bir eser. Kesinlikle okumalısınız arkadaşlar. Filmini izleyenler olduysa filmle ilgili ve de kitapla ilgili farklı görüşleri blog yazımın altına bekliyorum.

Yazarın yazım şekline bağlı kalarak kitaptan bir alıntıyla sözlerime son veriyorum: ''Ne düşündüğümü söyleyeyim mi sana, Söyle, Bence biz kör olmadık, biz zaten kördük, Gören körler mi, Gördüğü halde görmeyen körler.'' Bol kitaplı günler, sevgiyle...

Featured Review
Daha sonra tekrar deneyin
Yayınlanan yazıları burada göreceksiniz.
Tag Cloud
Henüz etiket yok.
bottom of page