top of page

BİLDİĞİMİZ DÜNYANIN SONU


2020'nin ilk haftasından selamlar. Bu yıl herkes için sağlık, huzur, mutluluk, barış, bereket, şans, başarı dolu bir yıl olur umarım. Bu yıla eğlenceli bir kitap ile başlangıç yaptım. ''Nasıl başlarsan öyle gider'' klişesine ayak uydurarak bol kahkahalı bir kitapla başlayarak tüm yılımın neşe içinde geçmesini umut edenlerden oldum ben de. Herkes gibi benim de hayallerim ve hedeflerim var elbette. Bunların her birinin gerçekleşmesi gibi bir beklentim yok, yine de yarısından çoğu gerçekleşse hiç de fena olmaz. Bu kadar gevezeliğin ardından izninizle ufaktan konuya giriş yapıyorum. Erlend Loe'nin ilk kitabında ailesinden ve şehirden uzakta yaşamaya başlayıp benliğini bulmaya çalışan Doppler, ikinci kitapta çıktığı uzun yolculuktan aile özlemi ile şehir yaşantısına geri dönüyor ve işte böylelikle hikaye başlıyor. İnsan karmaşık bir varlıktır, sürekli yeni olanın peşinde koşar durur ve asla tatmin olmaz. ''Bir şeyler ister sonra tam tersini ister, ardından birazcık daha farklı bir şeyler ister ve aslında ifade ettiklerinden başka bir şey istediğini anlamadığında da sinirlenir'' Doppler'in deyimiyle. Ailesine geri dönmeye karar veren Doppler bu sırada da uzun yıllar ormandaki tek dostu Bongo'yu barınağa emanet eder. İşte o sırada Doppler'in içinden geçenler: ''Çocuğunu sisteme teslim etmek çok fena ve acayip acımasızdı. O sistem ki, sosyalleşmeyi, yeni referanslar ve ufuklar edinmekle ilgili her şeyi içerir.Tüm bunlar, uzun vadede çocuğu ve köklerini sürüklenen kıtalar gibi birbirinden ayırır ve uzaklaştırır; giderek daha da uzaklara, her geçen yıl artan bir mesafeyle. Yabancı ortamlar şekillenir, bağlar zayıflar ve yeni hatıralar yaratılır ki en kötüsü de budur. Bongo, Doppler'in bir parçası olamayacağı hatıralar oluşturacak. Sonunda çocuk, oracıkta kendi kendine bir birey olup çıkmıştır; kontrol edilemez, bağımsız.'' Doppler, evet bunları düşünüyordu ve veda zamanı gelmişti. Veda sahnesi biraz dokunaklıydı. Okurken ''Küçük Prens'' kitabındaki ''Ölene kadar sorumlusun gönül bağı kurduğun her şeyden'' sözü geldi aklıma. Doppler, dostu Bongo'yu barınağa bıraktığı genç adama da veda etti. İfade ediliş bakımından hem dokunaklı hem de hafif gülümseten o kısmı alıntılayacağım: ''Önünde daha ne kadar çok kış ve bahar var. Kaç kez yeni ayakkabı alacağını, kaç kez bir gazete okuyup küçük kuşların aslında ne kadar çok yediklerine ve insanların ne kadar aptalca işler yaptıklarına şaşıracağını bir düşün. Yaşamın zengin geçecektir eminim; inişler, çıkışlar ve kelimelerle tarif edemeyeceğim bir duygu kaleydoskopu olacak. Gel. Allah kahretsin! Buraya gel, sana bir sarılayım.'' Sonunda dostu Bongo'yu barınağa teslim edip döner ailesinin yanına. Fakat ne eski evi aynı renginde ne de posta kutusunun üzerindeki ismi. Karısının isminin yanında bir başka erkek ismi var: Egil Hegel. Ortalıkta olmadığı uzun süre boyunca her şeyin değişmiş olduğunu düşünüp kendince bir plan yapar. Evinin yanında ağaçlık alandaki tepede kendine bir yaşam alanı kurup oradan sürekli olarak aile bireylerini gözetlemeye başlar. Ağaca asılı çadırda günler ve saatler geçer. Ormandan çıktığında aklında olan hayat bu değildi belki ama daha kötüsü de olabilirdi. En azından başını sokacak bir yeri vardı ve neyse ki ailesiyle görsel bir ilişki içerisindeydi. Her kanun kaçağının böyle bir lüksü yoktu, kendi deyimiyle. Kendisinin yerini alan Egil Hegel'le ilgili düşüncelerini okurken kahkaha attım. '' Herifin fiziksel durumu iyiydi; dümdüz karnı yeterince sinir bozucuydu zaten, ince ve adaleli kolları vardı. Çok ve sıkça koşan biriydi bu adam. Öyle dört nokta üç kilometre koşup Facebook ve Twitter'da 'Dört nokta üç kilometre koştum' diye yazanlardan değildi. Egil Hegel tam bir koşu adamıydı. Belliydi bu. Yürürken ilk insanlar gibi önce ayağının ön kısmı yere basıyordu. Bu adam koşmak için yaratılmıştı.'' Doppler sürekli olarak kendisini Egil Hegel ile kıyaslayıp, muzip planlarıyla onu evden attırmayı başarır ve sonunda ailesinin yanına yerleşir. Fakat evde, aile içinde ne yapılır, ailenin sistemine ve sinyallerine nasıl uyum sağlanır, hepsini unutmuştu. Bu yüzden modern insanlarla olan bağlantılı pek çok olgu ve dürtüyü kaybetmiş ve üzerine bir hassasiyet çöküvermişti. Yine de eşi Solveig'in yanında olmaktan oldukça huzurluydu. İçinde yaşadığı karmaşayı şu satırlarla alıntılayacağım: ''Kendini Ynagtze Nehri'yle özdeşleştirdi. Baraj kurulmadan önce, nehrin doğal olarak topladığı tüm çökeltiler su kütlesiyle birlikte geliyordu: Çer çöp sonunda denize dökülüyordu. Şimdi bu düzen bozulmuştu. Her gün su birikintilerinde yüzen üç bin ton civarında plastik çöp bir araya geliyordu. Ayrıca baraj suyu altında kalan binlerce köy, alüvyonların altına gömülüyor. Dün suyun üstündeydiler, sonra suyun altında kaldılar, bugün ise daha önceleri usulca akıp giden sert bir çökelti tabakasının altındalar. Barajın alt kısmında kalan nehir boyunca uzanan verimli topraklar ise kuraklaşmak üzere, çünkü ihtiyaçları olan su ve besinlerden yoksunlar. Yangtze Nehri benim. Gömülüp yok olan köylerim ben. Plastik çöplerim. Besinden yoksun verimli topraklarım. Kafamın içinde bir baraj kuruldu bir ara, doğal akışa engel oluyor. Bunu Solveig'e nasıl anlatabilirm? Olmaz, çok geç, her şeyin anında söylenmesi gerekiyor, söylenmezse kemikleşiyor, başka şeylerin altında kalıp görünmez oluyor.'' Doppler şehir hayatının gerekliliklerini yerine getirmek istemiyor, yeni görevlere hazır hissetmiyordu. Hiç mi hiç. Eski yıllardaki iş yaşantısını düşünüyor, proje, hedef gözetme, netleştirme, vizyon, stratejiye dönüştürme ve seminer gibi kelimeler midesinin bulanmasına yetiyordu. Geceleri gözüne uyku girmiyor, iyiden iyiye bir bunalım çemberinin içine sürükleniyordu. Solveig kendisinden çalışma hayatına yeniden başlamasını istemesin diye de evin işleri ile gözlerine girmeye çalışıyordu ve kendisini oyalıyordu. O satırlar fazla dokunaklıydı. ''Bütün gün onu etkileyebilmek için çabalıyordu. Duvarları siliyor, ayakkabıları boyuyordu. Solveig'in yöresel folklor giysisinin her santimetrekaresini diş fırçasıyla elde temizliyordu; elbise, cafcaflı bir el sanatları dergisindeki rotüşlenmiş bir reklam fotoğrafı gibi parıldayana kadar.'' Topluma karışmamak ve evde güvende olmak adına kendince verdiği bu mücadele fazlaca dramatikti. Bazen cesaret edip bir şeylere kalkışıyor fakat yine düşüncelere dalıyordu. Bir zamanlar çalıştığı şirketin önünde dikilerek kayıp giden hayatına baktı. İşte o satırlar: ''Girişin önünde bir saat kadar durmasına rağmen hala içeri girememiş olmasının yarattığı hayal kırıklığıyla caddeyi geçip yıllarca kendi ofisinden gördüğü bir banka oturdu. Ormanda geçirdiği süre içerisinde bu bank bir kez olsun aklına gelmemişti ama şimdi, bilgisayar ekranındaki Excel sayfasından başını kaldırıp kelimenin hem düz hem de mecazi anlamıyla aşağıya baktığını hatırlıyordu; başkaları, örneğin Doppler ve onun tanıdığı tüm yetişkinler yoğun bir günde toplumun çarklarını döndürürken, oturma fırsatı bulan işe yaramaz kaytarıcılara bakıyordu tepeden. Şimdi bu bankta kendisi oturuyordu ve çevresinde akıp giden hayata bakıyordu.'' Doppler bunları düşünerek iç çatışma ve bunalıma sürüklüyordu kendisini. Anlaşılan şehirden uzak geçirdiği yıllar benliğinde büyük boşluklar oluşturmuştu. Şehirdeki her şey bir konumlar ve nesneler panayırından ibaretti artık onun için. Ait olmadığını düşündüğü bu yerde yaşamakta zorlanıyordu çok hem de çok. Kalıplardan, kurallardan öte birtakım ilkel girişimlerde bulunduğunda da insanlar tarafından dışlanıyordu. Norveç gibi refah seviyesi yüksek bir ülkede dibe vurup olay örgüsü ilerledikçe Danimarka'da şans eseri bir yükseliş dönemine geçiyor Doppler. Hikayenin sonu ise oldukça şaşırtıcı. Erlend Loe, bu eserinde önce topluma, sonra dünyaya sonra da kendisine yabancılaşan Doppler'i anlatıyor. Topluma uyum sağlayamayan, dışlanan ve görmezden gelinen kahramanını. Toplumdan soyutlanarak benliğini bulmaya çalışan bir adamın aslında kendisine yabancılaşmasının, hedonistik bakış açısıyla var olamayışını anlatıyor. Sıradışı, hayal gücünün sınırlarını zorlayan ve mizahın dibine vuran anlatımıyla farkını ortaya koyuyor yazar. İnternet ve internetin arka yüzüne dair konuları da ironik bir dille ifade ediyor. ''İnsanlar ne kadar kötü durumda olduklarının resmini çizebilsinler diye interneti yaratmıştı devrimciler. Bu, özünde dünyanın en zararlı aracıydı. Denetlenmemiş, filtresiz çeşitlilik, çok bilmişleri oyun dışı bırakır. Kimse diğerlerinden daha iyisini bilmemektedir, kendini kolay anlaşılabilir bir şekilde formüle edenin, güçlü ve karizmatik olanın görüşleri ortaya çıkar.'' ''Tanımadığın insanlara bütün öğleden sonra bahçede çalıştığını, tarçınlı kurabiyelerin fırında olduğunu ve hemen bir duş alacağını anlatmak-kıyamet alameti''. ''Kocasına iyi geceler demek için telefon ederken kendi fotoğrafını çekmek-kocasına iyi geceler demek için ona telefon ederken çektiği kendi fotoğrafını şu ifadeyle sosyal medyaya koymak: Sevgili kocamı arayıp ona iyi geceler diliyorum; basbayağı kıyamet alameti.'' İlk kitabı okuduysanız, ikinci kitaba da başlayın derim arkadaşlar. Modern zamandaki çemberin içinde tutunamayanların görmezden gelindiği bir dünyada sizce özgür kalınabilir mi? Zaman her şeyi silip süpürebilir mi? Eğlenceli ve ilginç olay örgüsüyle bol bol gülmeyi isteyenler için iyi bir kitap. Açık seçik ifadelere, cümlelere çok da takılmadan, ön yargılı olmadan okuyarak , derine inerek güzel noktalar yakalayacağınıza inanıyorum. Bu akşamlık benden bu kadar. Keyifli okumalar, sevgiyle...

Featured Review
Daha sonra tekrar deneyin
Yayınlanan yazıları burada göreceksiniz.
Tag Cloud
Henüz etiket yok.
bottom of page